Kayıtlar

2013 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört - George Orwell

Resim
Gerçekten bir başyapıt olduğunu düşündüğüm Orwell'in eserini okumakta bu kadar geç kaldığım için öncelikli olarak kendimi kınamak istiyorum müsadenizle. Okumayanlarınız varsa bence bu yazıyı bıraksın gitsin hemen okusun pişman olmazsnız emin olun:). Halen benimle kalanlar için devam ediyorum; Orwell bir ütopya yaratmış kitabında. Ancak bu ütopya, her şeyin iyi olduğu bir dünya değil tam aksine çevirmenimiz Celal Üster'in de kitabın başında belirttiği gibi "bir insanlık karabasanı".  Orwell'in yarattığı dünyada, benim anladığım temel amaç şu; insanların düşüncelerini ve duygularını yok etmek. Sadece söylenileni yapan, muhakeme yeteneğinden yoksun, gerekmedikçe konuşmayan, sevmeyen, sevilmeyen, insani duyguları olmayan bir nesil yaratmak. İnsanların yaşadığı evler tele ekranlar denilen cihazlar tarafından izleniyor, büyük birader denilen, kimsenin görmediği bilmediği, sadece etraftaki fotoğraflarda yer alan bir yönetici yaratarak, koşulsuz şartsız bir i

Ye O Ye

Resim
Sevgili Sertab Erener'in 90 lı yıllardaki şarkısını yazımın başlığı yaptım, (zıplaya zıplaya söylerdim küçükken), ancak bugünkü konumla ortak bir harf dışında pek bir ilgisi yok. Ortak harf Y, bahsetmek istediğim konu ise; Y kuşağı. Gerek pazarlama derslerinde öğrendiğim, gerek sağda solda duyduğum, dergilerde okuduğum, benim de X buçuktan Y şeklinde içinde bulunduğumu düşündüğüm o meşhur Y kuşağı hakkında ben de naçizane görüşlerimi aktaracağım.  İnsanları belirli ortak özelliklerine göre gruplara ayırmanın doğru olan ya da olmayan yanları tartışılabilir, ancak su götürmeyen gerçek insanlar arasında "jenerasyon" farkının oluşu. İşte bu konuyu dert edinen sevgili araştırmacılar, doğum tarihleri aralıklarına göre insanları gruplara ayırmış. İkinci Dünya savaşından sonra, 1946-1964 yılları arasında doğan kişilere "Baby Boomer" denilmiş, (bunun sebebi savaştan sonra doğum oranındaki artışmış), 1965-1981 arasında doğanlara X kuşağı, 1982-2000 yılları arasınd

Afrikalı Leo - Amin Maalouf

Resim
Geçtiğimiz aylarda Amin Maalouf'un son romanı Doğu'dan Uzakta yı okumuş ,  beğenmiştim. Tabi okuyalı biraz olduğu için konusunu ve karakterlerini çok net hatırlamamakla beraber, okuduktan sonra yazarın ilk romanını da okumak istemiştim, kısmet bugüneymiş:). 1986 yılında yayımlanan Afrikalı Leo, yazarın ilk romanıymış. "Afrikalı Leo'nun özyaşamöyküsü, - yazmış olsaydı yazacağı gibi" demiş, Maalouf kitap için.  İlk sayfasından itibaren bizi bir tarih yolculuğuna çıkarıyor roman. Tüm hayatı bir yerleden bir yere giderek geçen, bu gidişlerin büyük çoğunluğu zorunlu olan bir karakter Hasan. 15. yüzyılda İspanya-Granada'da başlayan öykü, Endülüs müslümanlarının ülkelerini terk etmesi ile devam ediyor. Sonrasında Hasan, Fas'a, Kahire'ye, Roma'ya ve hatta İstanbul'a bile gelecek, soğuğu da sıcağı da, varsıllığı da yoksulluğu da yaşayacak, en üst kademelerde de olacak, esir de alınacak, müslüman doğup ilerleyen yaşlarında vaftiz edilecek

Mr.Nobody - Bay Hiçkimse (2009)

Resim
2009 yapımı, Jared Leto'nun başrolünü oynadığı, Jaco Van Dormael'in yönetmenliğini üstlendiği (itiraf ediyorum Jaco amcayı daha önce duymamıştım, meğer ne adammış yahu, neyse bilmemek ayıp değil öğrenmemek ayıp) Mr. Nobody filmi aslında tam bana göre bir filmmiş, daha önce neden izlememişim ki acep? Bu arada cümlemin ilk kelimelerinin çok bilmiş klasik film yorumu başlangıcı gibi olduğunu ben de fark ettim, kısmet artık.  "Kelebek Etkisi" tadında, bir tutam kuantum fiziği, bir tutam paralel evren, 3 çay kaşığı romantizm, 1 su bardağı fantastik atraksiyonlar içeren bir film kendisi. Yani bu tarz filmleri seviyorsanız, bu filme bayılmamanız imkansız, kesin izlenmeli, demedi demeyin. Aslına bakarsanız filmi tamamen tüm ayrıntıları ile anladığımı ben de söyleyemem, ancak anladığım kadarı bana yetti:). Film 2092 yılında, dünya üzerindeki tek ölümlü insan olarak kalmış, 100 küsür yaşındaki Mr. Nobody'nin hatırladığı kadarı ile hayatını bir psikoloğa ve gazateci

No Stress!

Resim
Geçtiğimiz günlerde yine bir kişisel gelişim eğitmindeydim. Önceleri ne kişisel gelişim eğitimlerini ne de kitaplarını severdim, sanki hepsi aynı şeyi söylüyormuş gibi gelirdi, anlayacağınız gereksiz bir önyargı içerisindeydim. Ama işin aslına bakarsanız pek de öyle değilmiş. Evet zaman zaman birbirini tekrarlayan durumlar olabiliyor ama resmin bütününe baktığınızda size bir bakış açısı bir vizyon veriyor böyle şeyler. Bu yüzden eğer fırsatınız varsa siz de gidin, okuyun, üzerine düşünün derim.  Bu seferki eğitimimin konusu stres yöneyimiydi. Eğitmenim de Aslı Taş Kayabaş isimli sevimli mi sevimli bir kişiydi. Eğitimde çok fazla bilmediğim, bilmediğimiz bir şey yoktu elbette. Kimimiz her gün, kimimiz hayatımızın belirli dönemlerinde karşı karşıya geliyoruz stresle. Gerçi stres kelimesi de biraz uydurma gibi sanki, size de öyle gelmiyor mu? Eskiden stres mi varmış canım, yeni icatlar bunlar:) Şimdi herşeyi strese bağlayıveriyoruz, "çok stresliyim üstüme gelme", "stre

I love you too, but I don't like you all the time!

Resim
Bu bidik velet ne de güzel özetlemiş anlatmak istediklerimi:) İzleyemeyenler için kısaca bir özet. Bidik veletimize annesi soruyor, demin söylediğini bir daha söyler misin, beni sadece kurabiye verdiğimde mi seviyorsun diyor. Bir kaç denemeden sonra muhtemelen bu videoyu çekmesine de neden olan cevabı yapıştırıyor çocuk 35. numaralı bakışıyla ve diyor ki "ben de seni seviyorum ama her zaman senden hoşlanmıyorum." Zaman zaman hepimiz yaşıyoruz bu durumu. İlgi odağı olmak, hep sevilmek güzel şey elbet, kimin hoşuna gitmez. Genel çerçevede bir insan hayatı boyunca bir kişiyi sevebilir tabi ki. Ama bu kişiden sürekli sevilmeyi beklemek de çok makul bir hareket olmayacaktır. Bir insan bir insanı sürekli, her saniye, her an sevmek zorunda mı, ya da bu mümkün mü, yapabilir mi bunu? Bence hayır. Evet sevebilirsiniz, hem de çok sevebilirsiniz eşinizi, sevgilinizi, annenizi, babanızı, kardeşinizi, arkadaşınızı. Ne olursa olsun, ne yaparsa yapsın yanında olacağınız insanlar vardı

Orson Welles - Uzaylılar Geldi Kaçın!

Resim
Orson Welles'in, yani vakti zamanında uzaylıların geldiğine Amerikalıları inandıran adamın haberini geçtiğimiz günlerde gazetede okumuştum ve hemen sevgili "blog"uma eklemek için notumu almıştım. Kısmet bugüneymiş:) Belki bilenleriniz vardır; ancak ben yeni öğrendim, bir o kadar da şimdiye kadar duymamış olmama şaşırdım. Orson Welles isimli zat, hakikaten 1938 yılında hazırlamış olduğu radyo programında, Amerikalıları dünyayı uzaylıların istila ettiğine inandırmış, halkı bir süreliğine de olsa paniğe sürüklemiş.  Konuyu araştırırken, Orson Welles'in biyografisine de denk geldim. Orson amcamız 1915 yılında ABD de doğmuş, 2 yaşında yetişkin bir insan gibi konuşabiliyormuş, 3 yaşındayken okumayı öğrenmiş, 5 yaşındayken Shakespeare'in oyunlarını ezbere biliyormuş, 9 yaşındayken babası ile dünyayı dolaşmış, yani doğuştan yetenekli, birnevi dahi. Yönetmenlik, tiyatroculuk, radyo programcılığı, oyunculuk yapmış, karizmatik bir sese sahip, zamanında şarkı da sö

Serenad - Zülfü Livaneli

Resim
Sevgili arkadaşım, kirpiklerin kraliçesi, güzel ama sempatik fotoğrafçı Seyhancığımın tavsiyesiyle üçüncü Zülfü Livaneli kitabını da bitirmiş durumdayım, iyi ki de tavsiye etmiş bu kitabı. Bitirdikten sonra kitap, yüreğimde bir ağırlık, içimde buruk bir tat, garip bir mutlulukla karışık hüzün bıraktı. Nereden başlanır nasıl anlatılır bilmiyorum ama, özellikle Nadia ile Max ın hikayesini okurken fonda kitabın da adını alan Schubert'in Serenade isimli eserini dinliyor olmamın da bu etkiyi yaratmış olma ihtimali mevcut. Eğer mümkünse yazının kalan kısmını bu müzik eşliğinde okuyun derim. Kitabın hissettirdiklerinin bir kısmını en azından duyusal olarak anlamamızı sağlıyor zira.  Evet kitapta kurgu bir aşk hikayesi var, ama Livaneli'nin anlatmak istediğinin bundan çok çok öte olduğunu düşünüyorum. Aslına bakarsanız zaten ben sevmem aşk hikayelerini, hele mutsuz aşk hikayelerini asla. Sevip de kavuşamayanlar, ağlamalar, hüzünler falan hiç bana göre değil. Ama de

Karikatür

Resim
Bayram olması münasebeti ile, bugün biraz daha gülelim eğlenelim, pozitif olalım tarzı rahat bir yazı yazmaya karar kıldım, birazdan sevdiğim karikatürler ile karşılaşacaksınız. Ayrıca, eğer bu yazıyı okuduğunuzda hala bayram ise iyi bayramlar diliyorum:) Ama öncesinde biraz bilgi, neme lazım, bir yerde karşımıza çıkabilir, bilmek iyidir:) Can dostum, her daim iyi haber alan bir kaynak olan vikipediadan aldığım bilgiye göre, karikatür, kelime olarak dilimize Fransızcadan geçmiş, İtalyanca yüklemek, sorumlu tutmak anlamına gelen caricare kelimesinden türemiş. İlk olarak 1716 yılında yayımlanan, İngiliz bir doktor olan Sir Thomas Browne'un kitabında geçmiş.  Bilinen en eski modern karikatür örneklerini insanların belirli kusurları modele dökmek isteyen Leonardo da Vinci, sonrasında Bernini'de görebilirmişiz. Zamanla Fransa ve İtalya'da yaygınlaşmış ve daha çok politik amaçlı kullanılmış. Örneğin, aşağıdaki karikatürde, 1805 yılında, James Gillray tarafından Napo

Alper Kamu Cehennem Çiçeği - Alper Canıgüz

Resim
Son okuduğum kitap, Alper Canıgüz'ün. Daha önce yazarın yayımlanmış 3 kitabını da okumuş (bir kısmını da tavsiye etmiş) olan ben, maalesef bazı ana hatlar dışında kitapların ayrıntılarını hatırlamıyorum. Aynı kara bahtın kem talihin bu kitaba da uğramaması için buyrunuz, işte görüşlerim. Kitabımızın ana karakteri yazarın diğer kitabı "Oğullar ve Rencide Ruhlar" ın da ana karakteri olan 5 yaşındaki Alper Kamu. 5 yaşında olduğuna bakmayın, kendisi en az 35 yaşındaymış gibi davranan, bir dünya görüşüne, hayat felsefesine sahip, son derece zeki bir çocuk adam. Bu kitabında da yeni bir cinayet ile kendisi ve ailesiyle ilgili bir gerçeği çözüyor. Daha fazla detay verip okumak isteyenlere katil uşakmış demek istemiyorum, muhtemelen bu yazdığımı okuyunca ben hatırlarım:) Romanda bahsi geçen cinayet, mahalleye yeni taşınan komşu çocuğu Ümit ile karakterimizin ilk konuşmasında, Ümit'in kardeşini öldürdüğünü söylemesiyle bizimle tanıştırılıyor. Buna inanmayan veleti

Kardeşimin Hikayesi - Zülfü Livaneli

Resim
Bazı kitaplar vardır, sizi dünyasına alıverir, hem sonunu merak eder bir an önce öğrenmek istersiniz, hem de kitabın bitmesini istemediğiniz için yazarın yarattığı dünyadan ayrılmamak. "Kardeşimin Hikayesi" de işte böyle kitaplardan biri. Karakterleri hala gözlerimin önünde, yaşıyor benle.  "Kardeşimin Hikayesi" kısa sürede okuyup bi çırpıda bitirdiğim kitaplardan biri oldu. İçeriğinden fazla bahsetmeyeceğim, okumak isteyenleriniz olabilir (ki tavsiye ederim).  Karakterlerin hepsini ve Livaneli'nin anlatım tarzını çok çok sevmeme rağmen, kitabın sonunu bir yerden sonra biraz tahmin edilebilir bulduğum için çok beğenmedim. Sonunu diyorum bak, yoksa kitabın geneline hiç bir lafım yok:)  Bir de kapak resmini sevdiğim söylenemez. Evet ilgi çekici, ama benim hayalimdeki hikaye ile bağdaşmadı. Tabi tüm bunlar karakterlere ve anlatıma hayran olmama engel olamadı.  Kitap, "insanların duyguları olmasaydı her şey ne kadar kolaylaşırdı" düşün

Harry Potter Sen Mi Büyüksün J.K Rowling Mi Yoksa Satış Stratejin Mi?

Resim
Ne Harry Potter kitabı okumuş ne de filmlerinden herhangi birini izlemiş azınlık insanlardan olan bendeniz, dünya çapında bu kadar üne kavuşmuş, zamanının fenomeni kahramanımıza ve tabi ki onun yaratıcısı J.K Rowling'e uzaktan da olsa bir saygı beslemişimdir.  Kolay iş değil, sıfırdan bir karakter yaratacaksın, kendi gerçekliğinde onu inanılır kılacaksın, dünya seni ve karakterini tanıyacak, sevecek, zor zanaat, bravo Rowlingciğime. David Jobber'in Principles and Practice of Marketing kitabında bahsettiği "case"lerden biri de tam bu konu üzerine.  Diyor ki, 6. Harry Potter kitabı (Melez Prens) yayın sektöründeki o zamana kadar görülmemiş bir pazarlama başarısı sağlamış.  5. Harry Potter kitabı da zaten tarihteki en hızlı satılan kitapmış; daha ilk günde 5 milyon satmış, yani saniyede 21 kitap. Satılan kitapları üst üste koyduğunuzda Everest'in 12 katı oluyorumuş:) Harry Potter'ın tüm kitapları strateji olarak merak uyandırma üzerine ku

Kûfi

Resim
Sanat tarihini severim. Ne kadar anladığım, yorumlayabildiğim tartışılır tabi, zira çok derin bir bilgiye sahip değilim. Gel gör ki, gördüğüm, okuduğum başyapıtlara, camilere, kiliselere, yıllar, hatta asırlar önce yapılmış olmasına, nice afetler depremler geçirmesine rağmen bu güne kadar ayakta kalmış olan yapılara daima bir hayranlık beslemişimdir.  Bu hayranlığım elbette, sadece yapılara değil, yapılmasında emeği geçenlere, her bir köşesinde zeka, emek, sabır pırıltıları saçan eserlere karşı da mevcut. Muhtemelen bundan sonra da bu konu hakkında bir kaç yazı yazacağım, ama bu gün bahetmek istediğim konu Osmanlı hat sanatının bence en güzel örneklerinden biri olan "kufi" hakkında. Osmanlı hat sanatı dediğime bakmayın, aslında islamiyetin ilk yüzyıllarından beri var kufi, islam hat sanatı içerisinde yer alıyor ve bildiğim kadarı ile  Osmanlı'da diğer hat çeşitleri kadar rağbet görmemiş. Ama ben çok sevdim:) Kufi, ismini Irak'ta bir şehir olan Kufe de

Kedidir Kedi

Resim
Sevgili hayvan dostlarımızı uzaktan severim, öyle pek düşkünlüğüm yoktur. Bir ara muhabbet kuşumuz vardı, yemini suyunu verirdim ama bir yandan da korkardım. Ben odadan çıktıktan sonra aile fertlerimizden biri uçururdu aynı odada duramazdım yani. Yok başıma konacak, ani hareketlenecek bir o yana bir bu yana gelemem öyle şeylere.  Ama bak kediler çok takdir ettiğim hayvanlar. Bir kere çok "cool"lar. İsterlerse gelirler yanına, istemezlerse dakika durmazlar. Arada pis pis bakarlar, sırnaşmak istediğinde ilgilenmesen bile kesin bir yolunu bulup sevdirirler kendilerini, yeterli sevgiyi aldıktan sonra göremezsin. Bazı köpeklerin de biraz benzer özellikleri var ama kediler kadar karizmatik değiller. Bu yüzden kedileri hep bir adım önde bulmuşumdur.  Geçen günlerde, arkadaşım Renkli Zeynep ile (kendisi çok renkli bir insan olup, renkli sıfatını sonuna kadar hak eden çok sevdiğim bir arkadaşımdır. Renkli olduğunu pek kabul etmez ama, istese de istemese de inansa da inanmasa

Işık Kutuptan Yükselir

Resim
Coğrafya derslerini hiç sevmedim, sevemedim. Nedense bir türlü yıldızımız barışamadı kendileriyle, çok denedim ama olmayınca olmadı yani. Tabii bunu söyleyen sevgili ben, uzunca bir süre, İngiltereyle Amerikayı, Çin ile Japonyayı aynı yerde sanan bir insan evladıyım. Telefonumdaki trafik yoğunluğunu gösteren haritayı bile zar zor anlayan biriyim. Gerisini siz düşünün artık:) Ama dünya haritalarını severim bak, evimin duvarında vardır bir dünya haritam kahverengi tonlarında, bilgisayarımda da vardır wallpaper yaparım arada sırada, üzerinde harita resmi olan çantam var falan, dünyayı severin yani:) Bir de dünyadaki ilginç doğa olaylarını severim.  Bahaneyle hem kendim bilgileneyim hem de ( varsa:) ) okuyanlar bilgilensin, bir yarışma programında falan kritik soru olur, gün gelir işe yarar diye, bugünkü yazımın konusunu "kutup ışıkları" nam-ı diğer "Aurora Borealis ve Aurora Australis" ilan ediyorum.  Kutup ışıkları bence muhteşem bir doğa olayı.